Bilimsel davranmak, hatta insanca davranmak için ili şey gereklidir: Olgu ve düşünce. Bilim olgu toplamadan ibaret değildir; tek başına düşünce de yetmez ne denli akılcı olursa olsun. Bilimsel süreçler insan eylemini empirik olgu ile rasyonel düşünceyi birleştirerek ilerlemede nitelemektedir. Öyle ki bunları kolayca ayırt edemeyiz. Tüm yaşamımızda olduğu gibi bilimde de olgu ile düşünce arasında sürekli bir gidip-gelme, gözlem verilerini açıklayıcı düşüncelere gitme, düşüncenin içeriklerini denetlemek için yeni gözlemlere dönme eylemi, teori ile deney arasında bir bitmeyen mekik dokuma vardır.
Bilimin temelini, bu iki öğenin (olgu ile düşüncenin) birleşimi oluşturur. Felsefesinde bu noktayı vurgulayan, Whitehead, Galileo ile çağdaşlarının, mantıksal ve empirik yöntemleri ancak birlikte anlamlı görmelerini Bilimsel Devrimin başlangıcı saymaktadır. Whitehead’e göre, Orta Çağın doğaya yaklaşımı bizimki kadar mantıksaldır. Onlara üstünlüğümüz daha fazla rasyonalist olduğumuzdan değil, mantıksal çıkarımlarımızı her adımda olguların denetiminden geçirme titizliğimizdir. Sözün ve düşüncenin yetkisi karşısına olguların gücünü çıkarma eyleminin başladığı an, Pisa’da bir sahne ile dramatize edilmiştir çok kez. Söylentiye göre, Galileo Pisa’nın eğik kulesinden biri büyük, biri küçük iki kütle atmış, yere birlikte ulaştıklarını göstererek Aristoteles ile Aquinas’ın bu konudaki savlarını çürütmüştür. Ne var ki, tarih pek seyrek bu denli basit ve kesin olabilir. Galileo anılan deneyi yapmamıştır gerçekte; yapanlar da o sonucu elde edemediklerini görmüşlerdir. Bu arada mantık deneyi oluşturmaktaydı. Paris ekolünde bağımsız bazı düşünürler, Aristotales’in, büyük kütlelerin küçüklerden daha hızlı düştüğü buyruğunu bir süreden beri kuşkuyla karşılamaktaydılar.
Kuşkularının gerisindeki mantığı şöyle belirtebiliriz: Aynı büyüklükte üç kütle yere birlikte düştüğüne göre, bunlardan ikisini bağlarsak, üçüncüsüne göre yere düşme hızlarını arttırabilir miyiz? Besbelli ki bu pek akla yakın değildi.
Bilimsel Devrimi bu ya da başka bir olayla başlatma konusunda fazla eleyip sik dokumaya gerek yok. Hiçbir görüş değişimi ne Whitehead’ın ima ettiği kadar doğrudan, ne de kimi zaman benim çarpıcı bir biçimde sunduğum kadar ani olur. Endüstri Devriminin başlangıcı 1760’tan çok öncelere dayanır. Bunun gibi Bilimsel Devrimin de başlangıcı ister masal ister gerçek olsun 1600 sıralarında geçtiği söylenen Pisa’nın eğik kule deneyinden çok gerilere uzanır.Ama bizi ilgilendiren başlangıç noktası değildir.Bizi ilgilendiren eski görüşten yeni görüşe geçişte gözlenen somut, temel değişmedir. Bilimsel Devrimden önceki görüş, hiyerarşik bir doğaya uygulanan skolastik mantıkla yetiniyordu. Bilimsel Devrim buna son verdi; rasyonel olanla empirik olanı, düşünce ile olguyu, teori ile pratik deneyi birleştirdi. Bilim bugün de bu birleşime dayanmaktadır. Gerçi, zaman zaman Eddington gibi kimi büyük spekülatif bilginler deneye gitmeksizin tüm fizik yasalarını mantıksal olarak çıkarabilecekleri savında oldukları görünümünü vermişlerdir. Ancak bu gibilerin çalışmalarını yakından incelediğimizde, Orta Çağa dönüş içinde olmadıklarını görüyoruz; gerçek savları fizik yasalarının, şimdiye kadarki anlayışın tersine, çok daha az deneye başvurularak çıkarılabileceği noktasında toplanıyor.
17’nci yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan iki büyük düşünürden bir bilime rasyonel yaklaşımı, diğeri empirik yaklaşımı ile ünlüdür. Descartes mantıksal yöntemin, Francis Bacon ise deneysel yöntemin öncüsü sayılır. Gerçekten de, bu iki düşünür Fransız ve İngiliz düşünce biçimleri arasıdaki ayrılığı çok iyi simgelemektedirler. İlginçtir,Descartes bilimsel çalışmalarının çoğunu yatakta yapmıştır; Bacon ise altmışbeş yaşında soğuk bir kış günü deney için bir tavuğu karla doldurmak üzere dışarı çıktığında üşüterek ölmüştür. Descartes’ın İngiliz deneyciliğine ters düşen güçlü etkisi, içeriğindeki değişiklikten çok, biçimindeki katılıktan kaynaklanıyordu.
Ne var ki, Newton’un kafa yapısının oluşumunda Bacon kadar Descartes örneği de önemli olmuştur. Bazı yönlerden bu örneğin daha da önemli olduğu söylenebilir. Şöyle ki, İngiliz Kraliyet Akademisini Bacon paralelinde bir sürü deneyci doldurmuştu; ancak ortaya konan deneyler belli bir sistemden yoksun, gelişigüzel çalışmalar olmaktan ileri geçmiyordu.Descartes’ın doğayı her zaman ve her yerde bir ve aynı tutan, açıklamalarını mantıksal düzeyde arayan görüşü yabancıydı onlara. Oysa, Newton matematiğin evrensel gücünde somutlaşan bu görüşü deneyle birleştirerek iki geleneği kaynaştırmada geç kalmamıştır. Descartes’ın tüm yaşamı bir gece geç vakit birdenbire benliğini saran bir düşünce ile biçimlenmişti: Evren matematiksel bir düzene dayanmaktadır. Yaşamı boyunca, 10 Kasım 1619’da henüz 23 yaşında iken kafasında doğan bu ışığın etkisinden kurtulamadı; başından geçen olayı bir mistiğin ruh çekingenliği ile anlatırdı. Oysa Bacon tam tersine matematiksel yöntemin önemini küçümsemekten geri kalmamış, bu yüzden de verdiği örnek kötü olmuştur.
Belirtmeye çalıştığım şu: Empirik ve mantıksal yöntemlerin birbirine dayanarak yürümeleri zorunludur; birinde atılan bir adım, ötekinde yeni bir adıma yol açar. Empirik yöntemin olguları vurgulaması, teorik düşünürlere çıkarımlarını olgulardan yapmaları gerektiğini öğütlemesi doğaldır. Öte yandan, teorik düşünürlerin de bir dünya tasarlamaları ve bunun gerçeğe ne denli uyduğunu denetlemeleri de o derece doğaldır. Bugün çoğumuzda güçlü bir empirik eğilim göze çarpmaktadır. Olgular bize yakın ve çekici gelmekte, oysa teori uzak ve zor görünmektedir. Bu nedenle, tüm bilimi olguları saptayan, bunlardan belirledikleri sistemi çıkaran mantıksal bir süreç gibi düşünmek işimize gelir. Newton’un yaptığı bu değildi. Kaldı ki, bu anlayış bilimin gerçek yöntemini de yansıtmaktan uzaktır. Garip olan şu ki, biz bu dedüktif yöntemi uygulanan ya da uygulanmaya elverişli bir yöntem gibi görürüz.
Newton’un yöntemi tümüyle değişikti.Newton, Galileo ile diğer İtalyanların deneylerinden, kütlelerin nasıl davrandığına ilişkin bazı genel düşünceler çıkarmıştı: Örneğin, kütleler, bir dış kuvvet etkilemedikçe, durumlarını korurlar; hareket halinde iseler,düz bir çizgi izleyerek aynı hızla ilerlerler. Bu kadarıyla yöntemi dedüktif sayabiliriz, çünkü büyük ölçüde deneye dayanmaktadır. Ancak, çeşitli yasalardan olası dünyalar kurmada çokça zihinsel deneyleri içeren bu aşamanın tam da dedüktif olduğu su götürür.
Yöntemin gerçek çehresi asıl ikinci aşamada kendini göstermektedir. Newton bu aşamada, orta büyüklükteki kütlelerin uyduğu yasaların, türü ve büyüklüğü ne olursa olsun, tüm parçacıklar için geçerli olduğu genellemesine ulaşıyor; bu düşüncesini olguların denetiminden geçirmek için de, aynı yasa ya da aksiyomlara bağlı parçacıklardan kurduğu kendine özgü yeni bir dünya oluşturuyordu. Bu dünya, Euclid’in kendi aksiyomlarından kurduğu geometrinin soyut dünyası kadar yapma idi. Euclid, nokta, çizgi, düzlem gibi nesneleri tanımlayarak, bunların karşılıklı ilişkilerini belirleyen aksiyomları koyuyordu. Sonra, bu aksiyomlardan çıkan çok sayıda sonuçları bir dizi önerme biçiminde dile getiriyordu. İşte, Euclid’e duyduğumuz saygı da soyut düzeyde kurduğu bu dünyanın, gördüğümüz, dokunduğumuz gerçek dünya ile tam bir uygunluk içinde olmasından ileri gelmektedir. Aksiyomlarını doğru saymamızın nedeni, Euclid’in bunları gerçek dünyadan çıkardığı gibi yanlış bir inanç değil, bu aksiyomlardan çıkan sonuçların olgulara tıpatıp uymasıdır.
Newton’un izlediği yöntem de bundan farksızdı ve bu yöntem ilk kez Newton’un elinde fizik dünyaya uygulanıyordu. Dünyada her şeyin küçük parçacıklardan oluştuğu varsayımında olan Newton, nedense bunları tanımlama yoluna asla gitmedi. Democritus ile Lucretius’un atomlarına benzetebiliriz onun bu parçacıklarını. Ama o böyle demiyordu; hatta bu varsayıma inandığını söylemek de güçtür…
Newton, evreni bilinmeyen parçacık kitlelerinin oluşturduğu elma, ay, gezegen, güneş gibi nesnelerden kuruyordu. Maddenin bu son derece küçük parçacık kümeleri, ona göre birbirinden farksızdı: Duruyorlarsa durağanlıklarını, hareket halinde iseler düz bir çizgi üzerinde hareketlerini, bir dış kuvvet değiştirinceye dek, sürdürürler. Parçacıkları etkileyen en büyük dış kuvvet de yer çekimi idi. Buna göre, evrendeki her parçacık kendisine denk başka bir parçacığı, sadece aralarındaki uzaklığa göre değişen bir kuvvetle çeker. Öyle ki uzaklık iki katına çıktığında çekim kuvveti dörtte birine düşer.
Şimdi, bu doğal olarak kurgusal bir dünyadır. Henüz bir makine olduğu bile gösterilmeyen bir tasvir. Hatta başlangıçta saptadığımız işleyişini sürdürüp sürdürmeyeceğini bile bu aşamada bilmiyoruz. Bildiğimiz kadarıyla ya tüm parçacıklarının dağılıp uzaklaşması, ya da tam tersine merkezde toplanması nedeniyle işlemeyebilir. Şimdilik elimizde sadece tanımlarla aksiyomlar var: Bundan sonraki adım Euclid’de olduğu gibi teoremleri, yani hayaleti andıran parçacıklar arasındaki gölge dansın sonuçlarını türetmektir. İşte Newton matematikçi olarak büyük gücünü bu noktada göstermiştir. Aynı tasvire ulaşan Hooke ve diğer bilginler; sonuçları çıkaracak matematik yeteneğinden yoksun oldukları için, spekülasyondan öteye geçemediler. İlkin, bu yasalar gereğince, yoğun bir küre oluşturan parçacık kitlesinin küre dışındaki bir nesneye davranışının kürenin merkezindeki ağır parçacığın davranışından farksız olduğunu göstermek gerekir. Matematiğin basitliği bu olguya dayanır; bu olgu da, uzaklığın karesine göre gücü azalan gravitasyona dayanır. Başka bir gravitasyon yasasının geçerli olduğu bir dünyada küresel gök cisimleri bir noktada yoğunlaşmış madde gibi davranmazdı. Bu nedenle de gezegen yörüngeleri, ne kararlı ne de hesaplanabilir türden olabilirdi.
Kaldı ki, bu sadece ilk adımdır. Newton bunun sonucu olarak gezegen yörüngelerinin hesaplanabilir olduğunu göstermeye koyulur. Yörüngelerin Kepler’in ölçtüğü elipsler olduğunu, tanrısal bir saat gibi dönen kararlı yollar olarak kaldığını gösterir. Daha ileri giderek, gel-gitleri, kuyruklu yıldızların yörüngelerini hesaplar. Böylece yavaş yavaş bir denizci, astronom ya da Brighton kıyılarında piknik yapan birinin gördüğü dünyanın tıpkısı bir dünya oluşturur. Kurgusal dünyanın birdenbire gerçek dünya ile tam bir uyum içinde olduğu görülür. İşte bu uyumdur ki, bizi Newton’un tasvirine ve ona temel olan yasalarına inandırmaktadır. Bu yasalar, görünür hiçbir biçimde deneyden mantıksal çıkarımlar değildir. Onların başarısı gerçek dünyadan çıkarımlar olmalarında değil, ana çizgileriyle bildiğimiz dünyaya benzer bir dünyayı içermelerinde aranmalıdır. Her biri Newton yasalarına uyan küçük parçacıkların gerçek dünyayı oluşturduğu inancımızın kaynağı da bu başarıda yatmaktadır. Öyle ki bu inancın, bugüne değin yöntem ve metafiziğimizin biçimlenmesine çok önemli sonuçları olmuştur.
Newton’un yıldızlı dünyasını kurma etkinliğini betimlerken, yaptığı işi Euclid’in yaptığına benzettim. Euclid çevremizdeki uzayı birkaç basit kurala uyduğu varsayılan birtakım hipotetik nesnelerden kurmuştu. Newton’un başarısının bundan farklı yanı ise şu: Kurulan dünyanın gözlenen olgulara çok daha yakından ve daha değişik biçimlerde uyması gereği aranıyordu. Hatta diyebilirim ki, fizik olguları geometrik olgulardan daha doğrudur ve daha önemlidir. Ama bunun hepimizin paylaştığı bir yanılgı olmadığına emin değilim: Çünkü, Euclid’in geometrisi ikibin yılı aşan bir süreden beri uygar düşüncenin bir parçası olmuş;oysa, Newton’dan günümüze kadar geçen süre 300 yıldan ibaret olup çağdaşlarında yarattığı hayret ve hayranlık bizde etkisini sürdürmektedir. Aslında Euclid’in geometrik yapısının uzayımızla uyumu Newton teorisinin fizik dünyayla uyumunun temelinde yatar. Ancak ikisi arasında bir fark vardır. Newton fiziği gerçek dünyaya pek çok noktada uygun düşmekte, kurulduğu günden günümüze değin geçen üç yüz yıl boyunca deneysel yoldan doğrulanarak gelişmesini sürdürmektedir. Bu teorinin sürekli değişim içinde bulunan bir dünyaya her an uygun düştüğünü gösterme zorunluğu giderek daha ayrıntılı ve güçlü deneysel testlerden geçmesini gerektirmiştir. Onu, Euclid’in esintisiz ve değişmez uzay dünyasından daha güç ve daha derin yapan da işte bu özelliği.
İşte bu nedenledir ki, Newton yöntemini, akıl ile olgunun bir örgüsü diye niteliyorum. Bu örgüde Descartes’ın mantıksal görüşü Bacon’un deney tutkusuyla birleşmiştir. Newton’un eşsiz matematik yeteneği ile birleşen üstün deneyciliği bu birleşimi simgeler. Ünlü yapıtı Principia’da entelektüel gücün yüce bir örneğini bulmaktayız. Opticks adlı yapıtında ise okuyucu bir sergi ile karşılaşır. Herşey öylesine tam ve yetkin biçimdedir ki, küçük bir ayrıntının eksikliği duygusu bile uyanmaz okuyucuda. Newton hiç sapmayan bir sezgi gücüyle, mantıksal her seçeneği yoklayan üstün yeteneği ile, en üst düzeyde deneyci ve kuramcı bilim adamının eşsiz örneğidir.
Opticks’in genç yazarını Principia’nın ölçülü sayfalarında bulamayız. Oysa hazırlığı uzun yıllar alan Principia basıldığında Newton henüz 45 yaşındaydı. Ama iki yapıtta da sergilenen aynı güçtür: Her aşamada deneysel teste vurulup gerçek dünyaya uygunluğu yoklanan parça parça teorileri bir bütünde toplamak. Bilimde düşünce ile olgunun birleşimini, mantık ile deneyin içiçe akışını vurgulamamın nedeni bu işte. Bilimsel devrim bu birleşimin başlangıcını belirlemekte, bilimsel yöntemin gücü de aynı birleşimden kaynaklanmaktadır.
Bronowski, J.( ) The Common Sense of Science,s.30-38’den çevrilmiştir.(C.Y)