Bilimde Bunalım ve Teorilerin Ortaya Çıkışı

Bundan önceki bölümde gözden geçirdigimiz buluşların tümü temel-görüş (paradigm) degişikliğe yol açan neden, ya da katkı niteliğindeydi. Dahası var: Bu buluşları içeren degişiklikler yapıcı oldugu kadar yıkıcıydı. Bir buluşun özümlenmesinden sonra bilim adamları için daha çok sayıda olguları açıklama ya da, bilinen olgulara daha tam bir anlam verme olanağı doğuyordu. Ancak bu kazanç öteden beri yerleşik kimi inançları veya işlemleri bir yana iterek, böylece teoride açılan boşlukları yenileriyle doldurmak çabası pahasına sağlanabiliyordu. Bu tür değişikliklerin normal bilim içinde yer alan tüm buluşlara bağlı gittiğini göstermiştim. Sadece, önceden kestirilen ve bu nedenle beklentimize aykırı düşmeyen buluşlar bunun dışında kalır. Ne var ki, temel-görüş değişimine yol açan tek neden buluşlar değildir. Bu bölümde yeni teorilerin ortaya çıkmasından kaynaklanan benzer ama daha kapsamlı değişiklikleri inceleyeceğiz.

Bilimlerde olgu ile teorinin,buluş ile icatın kesinlikle ve sürekli olarak ayrı şeyler olmadığını yeterince belgelediğimizi sanıyoruz.Yeni teorilerin ortaya çıkışını ele alırken, buluş üzerindeki anlayışımızı da ister istemez genişletmiş olacağız.Son bölümde ele aldığımız buluş türleri, hiç değilse başlarına, Kopernik, Newton, Lavoisier ve Einstein devrimleri çapında büyük görüş değişikliklerine yol açmış değillerdir.Bu buluşları ışığın dalga teorisi,ısının dinamik teorisi, ya da Maxwell’in elektro-manyetik teorisi gibi teorilerin neden olduğu,  daha küçük fakat daha teknik değişikliklerden bile sorumlu tutmamalıyız.Bu tür teoriler normal bilim sürecinde nasıl ortaya çıkabilir diye merak edilebilir; çünkü,normal bilim yeni buluşa göre yeni teoriye daha az elverişli bir ortamdır.

Yeni olguların ortaya çıkışında bir aykırılığın (beklenti dışı bir gözlem veya gözlemlerin) sezinlenmesi rol oynadığına göre,yeni bir teorinin ortaya çıkışında da ilk koşulun,  gene böyle bir aykırılığ ın daha derinden sezinlenmesiyle oluştuğuna şaşmamalıdır. Bu noktada bilim tarihinin sağladığı kanıtlar son derece açıktır, kanısındayım. Kopernik teorisinden önce Ptolemy astronomisinin içinde bulundugu durum bir skandaldı. Galileo’nun hareket konusundaki katıkları,skolastik eleştiricilerin Aristotales teorisinde ortaya çıkardıkları güçlüklerin yarattığı bunalıma dayanıyordu. Newton’un yeni ışık ve renk teorisi,daha önceki teorilerden hiçbirinin spektrumun uzunluğunu açıklamada başarılı görülmemesinden kaynaklanmıştır. Daha sonra Newton teorisinin yerini alan dalga teorisine,kırınım ve kutuplaşma etkilerinin Newton teorisiyle ilişkilerinde göze çarpan aykırılıklar yol açmıştır. Termodinamik ise ondokuzuncu yüzyıla ait iki fizik teorisinin çatışmasından doğmuştur.Kuantum mekaniğine gelince,bu teori siyah cisim ışınımı, özgül(specific)ısı ve fotoelektrik etki çevresinde oluşan çeşitli güçlükleri gidermeye yönelik bir gelişmedir.Dahası var:Newton’unki dışında tüm bu durumlarda,aykırılığın sezinlenmesi öyle uzun sürmüş ve öyle derin işlemiştir ki,bilimin o dallarında tam bir  bunalım egemen olmuştur.Yeni teorilerin ortaya çıkışı,egemen görüşün büyük ölçüde yıkılmasını,normal bilimin problem ve yöntemlerinde büyük değişikliği gerektirdiğinden,genellikle belirgin bir tedirginlik dönemini izler.Bekleneceği gibi,normal bilime ait güçlüklerin bir türlü çözümlenememesi tedirginliğin kaynağıdır.Bilinen kuralların başarısızlığı,yenilikleri aramaya yol açar.

Önce temel-görüş (paradigm) değişikliğine çarpıcı bir örnek oluşturan Kopernik astronomisine bakalım. Hemen belirtelim ki, İ.Ö.200 ve İ.S.200 yılları arasında gelişen Ptolemy sistemi,hem gezegenlerin hem de yıldızların değişen konumlarını ön-demede övgüye değer ölçüde başarılıydı.Antik dünyada bu denli etkin bir başka sistem gösterilemez;yıldızlarla ilgili olarak günümüzde bile Ptolemy sistemi yaygınca kullanılmaktadır;gezegenler için ise Kopernik sistemi kadar etkin olduğu söylenebilir.Ne var ki,bir teorinin övgüye değer derecede başarılı olması tam başarılı olduğu demek değildir.Gerek gezegen konumlarını,gerek “equant” notlarının kaymasını ön-demede Ptolemy sistemi hiçbir zaman tam başarılı olamamıştır.Bir takım küçük aykırılıkları giderme,Ptolemy’yi izleyen pek çok astronom için başlıca araştırma konusu olmuştur.Tıpkı,Newton teorisi ile astronomi gözlem sonuçlarını bağdaştırma yolunda Newton’un 18’inci yüzyıl izleyicilerinin giriştikleri araştırmalar gibi.Bir süre,astronomlar bu araştırmaların,Ptolemy sistemine yol açan girişimler gibi,başarılı olacağını haklı olarak sanmışlardı.Herhangi bir aykırılığı,astronomlar Ptolemy sistemimde bazı düzenlemelere giderek ayıklayabiliyorlardı.Ne var ki,zamanla,bu düzenlemelerin sistemi daha sağlıklı işler yapmak yerine daha karmaşık hale getirdiği,öyle ki,bir yerde giderilen bir aykırılığın başka bir yerde ortaya çıktığı görülmüştür.

Astronomi geleneğinin dıştan sürekli kesintilere uğraması ve astronomlar arasındaki iletişimin son derece darlığı nedeniyle,bu güçlükler ancak zamanla anlaşılmıştır;ama anlaşılmıştır.Daha onüçüncü yüzyılda 10.Alfonsun’un ”Tanrı evreni yaratırken bana danışmış olsaydı,ona iyi akıl verebilirdim.”dediğini biliyoruz.Onaltıncı yüzyılda Kopernik’in çalışma arkadaşı,Domenica da Novara,Ptolemy’ninki kadar hantal ve sağlıksız bir sistemin doğayı doğru yansıtamayacağını söylüyordu. Kopernik’in kendisi de De Revolutionisbus adlı yapıtının önsözünde miras aldığı geleneğin sonunda bir “hilkat garibesi”ne dönüştüğünü yazmaktan geri kalmaz.O yüzyılın başlarında,Ptolemy sisteminin kendi geleneksel sorunlarına bile uygulama gücünü yitirdiğini,Avrupa’nın seçkin astronomları anlamaya başlamışlardı artık.Kopernik’in sistemi reddederek yerine yenisini oluşturmaya koyulması da böyle bir anlayıştan sonra olabilirdi ancak.Ünlü önsözü bugün bile bilimde bunalımı en iyi anlatan bır metin niteliğindedir.

Kuşkusuz,sistemin birtakım normal teknik problemleri içine düştüğü yetersizlik Kopernik’in karşılaştığı bunalımın tek nedeni değildi.Bunun yanı sıra takvim reformuna ilişkin toplumsal baskıyı (o baskı ki, ”procession” sorununa daha büyük bir ivedilik kazandırmıştı) da hesaba katmak gerekir.Kaldı ki,daha tam bir açıklama için,Ortaçağ’da Aristotales’e yöneltilen eleştiriyi,Rönesans Yeni Platonculuğunu,daha önemli tarihsel olayları göz önüne almayı gerektirir.Ama gene de teknik çözümde içine düşülen yetersizlik bunalımın özünü oluşturan etkendir.Olgun bir bilimde (ki astronomi bu düzeye antik çağda erişmişti) sözü geçen dış etkenler özellikle bunalımın patlama zamanı ile ilk ortaya çıkış alanını belirlemede ve bunu algılamadaki kolaylığı sağlamada önemlidir.Ne var ki,bu incelemede bunları ele alamayacağız.

Kopernik devrimi için bu söylediklerimizi yeter sayarsak şimdi oldukça farklı ikinci bir örneğe,Lavoisier’in yanmaya ilişkin oksijen teorisine yol açan bunalıma değinebiliriz.1770’lerde pek çok etkenin kimyada bir bunalım oluşturmada birleştiğini görmekteyiz.Gerçi tarihçiler ne bu etkenlerin niteliği,ne de göresel önemleri üzerinde tümüyle anlaşmış değillerdir.Ancak iki tanesinin birinci derecede önemli olduğu genel bir kanıdır:Bunlardan biri gaz kimyasının ortaya çıkışı,diğeri ağırlık ilişkileri sorunuydu. Birincisinin tarihi, 17’inci yüzyılda hava pompasının bulunuşu ve kimya deneylerinde gelişmesiyle başlar. Bir sonraki yüzyılda, hava pompası ile benzer araçları kullanan kimyacılar,havanın kimyasal reaksiyonlarda aktif bir bileşen olması gerektiğini anlamaya başladılar.Bir kaçı dışında kimyacılar için hava biricik gazdı.Joseph Black’ın,karbondioksitin(CO2) normal havadan farklı olduğunu gösterdiği 1756 yılına gelinceye dek,değişik görünen gazların sadece pislik yönünden birbirinden ayrıldığı düşüncesi egemendi.

Black’den sonra gazlar üzerindeki incelemeler, özellikle Cavendish, Priestley ve Scheele elinde hızla ilerledi.Bunların birlikte geliştirdikleri birtakım yeni teknikler değişik gazları birbirinden ayırıcı güçteydi.Hepsi de “phlogiston” teorisine inanıyor,bu teoriyi deneylerini düzenleme ve sonuçlarını yorumlamada sık sık kullanıyorlardı.Scheele ısıyı “dephlogisticate” amaçlayan bir dizi karmaşık deneylerinde ilk kez oksijeni elde etmişti.Ne var ki,deneylerden çıkan sonuç phlogiston teorisinin açıklamada giderek yetersiz kaldığı bir sürü gaz çeşidi ile onlara ilişkin özellikler oldu. Gerçi bu bilim adamlarından hiçbiri,teoriyi tüm yetersizliklerine karşın atmayı aklından geçirmiyordu. 1770’lerin başında Lavoisier hava üzerindeki deneylerine başladığında,teorinin kimyacıdan kimyacıya değişen bir çok yorumları ortalığı kaplamıştı. Bir teorinin böyle değişik biçimler alması bir bunalımın bilinen bir belirtisidir. Kopernik, kitabının önsözünde bundan yakınmıştı.

Ancak bunalımı oluşturan tek neden phlogiston giderek belirsizleşip işe yaramaz hale gelmesi değildi.Lavoisier’i uğraştıran bir sorun dayanma sürecinde nesnelerin pek çoğunun ağırlık kazanması gözlemiydi.Daha Ortaçağda kimi İslam kimyacıları bu olayı biliyordu.17’nci yüzyılda da madenlerin yeterince ısıtıldığında havadan bir şeylerle birleştiğini gösteren deneyler yapılıyordu.Ama bu 17’nci yüzyıl kimyacıları için önemli bir olay değildi;nesnelerin kimyasal reaksiyonlarda oylum,renk ve doku bileşenlerinde değişikliğe uğradığına göre ağırlık yönünden de değişebilir.Ağırlık her zaman madde miktarının bir ölçüsü sayılmıyordu.Kaldı ki,yanmada ağırlık artışı kimi metallere özgü bir olgu olarak kalmıştı.Birçok doğal nesneler (örneğin odun),yandığında,phlogiston teorisinin de daha sonra öngördüğü üzere,ağırlıklarından yitiriyordu aslında.

Ne var ki, 18’inci yüzyılda ağırlık artışına ilişkin bu yaklaşım giderek etkinliğini yitirdi.Bir yandan terazinin bir ölçme aracı olarak daha çok kullanılışı,bir yandan da gaz kimyasının hızla gelişmesi,reaksiyonlarda ortaya çıkan gazları elde tutmayı kolaylaştırmıştı.Bu da kimyacıları,yanmada ağırlık artışı olgusunun oldukça yaygın olduğu gözlemine götürüyordu.Öte yandan,Newton’un çekim teorisinin giderek daha yaygın özümlenmesi kimyacıları,ağırlık artışının madde miktarı artışı demek olduğu düşüncesine getirmişti.Ama bu sonuçlar henüz phlogiston teorisini reddetmek için yeterli değildi;teoriyi ayakta tutmanın yolları daha bulunabiliyordu.Phlogiston’un ağırlığı negatifti bekli de.Ya da yanmada phlogiston’un boş bıraktığı yerlere ateş parçacıklarının sokulması ağırlık artışına yol açıyordu.Başka açıklamalar da vardı.Ancak ağırlık artışı gözlemi,teoriyi atmaya yetmiyorduysa da,sorunu giderek daha ağırlaştıran yeni yeni araştırmalara yol açıyordu.Bu araştırmalardan biri (ki phlogiston’u ”ağırlığı olan,birleştiği nesnelerin ağırlıklarını değiştiren bir madde” olarak belirliyordu) 1772’de Fransız Bilim Akademisi’ne sunulmuştu.Aynı yılın sonunda Lavoisier ünlü mühürlü tebliğini Akademi sekreterine bırakmıştı.Bu tebliğ yazılmadan,yıllarca kimyacıların bilincinde kesinleşen bir sorun,ivedi çözüm bekleyen bir problem niteliği kazanmıştı. Çözüm için Phlogiston teorisinin değişik yorumlarına gidiliyordu. Gazlar kimyasının yol açtığı sorunlar gibi,yanmada ağırlık artışı sorunu da giderek teorinin ne olduğunu bilmeyi güçleştiriyordu.Gerçi hala işe yarar bir araç diye tutuluyordu;ne var ki, 18’inci yüzyıl kimyasının temel görüşünü oluşturan bu teori  kendine özgü konumunu yitirmeye yüz tutmuştu artık. Teorinin ışığında yapılan araştırmalar, temel-görüş(paradigm) öncesi dönemlerine özgü birbiriyle yarışan görüşlerin altında yapılan araştırmaları andırıyordu. Bunalımın tipik bir belirtisi de bu zaten.

Son bir örnek olarak da Einstein’ın görecelik(relativity)teorisine yol açan 19’uncu yüzyıl sonlarında fiziğin içine düştüğü bunalıma bakalım.Bu bunalımın bir kökü 17’nci yüzyıla kadar uzanır. Aralarında Leibniz’in bulunduğu kimi doğa filozofları Newton’un benimsediği mutlak uzay kavramını eleştirmişlerdi, o zaman. Doyurucu bir ölçüde olmasa bile mutlak konum ve mutlak devinim kavramlarının Newton sisteminde işlevsiz kaldığını ortaya koymuşlardı.

Dahası var: Uzay ve devinimin görecel yorumunda estetik bir çekiciliğin olabileceğine de değinerek ileriki bir gelişmeyi sezinlediklerini göstermişlerdi. Ancak onların eleştirisi mantıksal düzeydeydi. Arzın sabitliğine ilişkin Aristotales’in kanıtlamalarını eleştiren ilk Kopernik’ciler gibi. Bunlar da, görecel yoruma geçişin gözlemsel sonuçları olabileceğini akıllarından bile geçirmiyorlardı. Görüşlerini hiçbir noktada Newton teorisinin doğaya uygulanmasıyla ortaya çıkan bir soruna ilişkin görmüyorlardı. Bu yüzden de kendileriyle birlikte görüşleri de ortadan silindi. Ancak 19’uncu yüzyıl sonlarında canlanma olanağı buldu bu görüşler.

Göreceli  uzay felsefesinin çözüm getirdiği teknik problemin normal bilime girişi 1815’ten sonra ışığın dalga teorisinin benimsenmesiyle başlar;ama bunalıma dönüşmesi 1890’ları bekler.Işık,özellikleri mekanik olan bir esir’de Newton yasalarına göre dalgasal biçimde deviniyorsa,o zaman, göksel gözlemlerle yeryüzündeki deneylerin esirde bir sürüklenişin varlığını ortaya koyması beklenir.Göksel gözlemlerden yalnız sapmalara ilişkin olanlar yeterince güvenilir bilgi sağlayıcı nitelikteydi.Bu nedenle de esir-sürüklenişini sapma ölçümleriyle belirleme normal bilimin sorunlarından biri sayıldı;sorunu çözmek için pek çok özel araç yapıldı.Ama bunların hiç biri gözlenebilir bir sürüklenişi ortaya koymadı.Böylece sorun deneycilerin elinden kuramcıların eline geçti.Yüzyılın ortalarında Frensel,Stokes gibi kimi bilim adamları esir teorisinde sayısız değişikliklere giderek sürüklenişin gözlemlenmesindeki  başarısızlığı açıklamaya çalıştılar. Teorinin her yeni yorumu,devinen her nesnenin bir parça esiri birlikte sürüklediği varsayımına dayanıyordu. Yorumların hepsi de yalnız göksel gözlemlerin değil yersel deneylerin de,bu arada,ünlü Michelson-Morley deneyinin de,olumsuz sonuçlarını açıklamaya yetecek güçteydi.Birbirini tutmayan bu yorumlar dışında henüz sarsıcı bir çatışma yoktu. Gerekli deneysel tekniklerin yoluğunda  böyle bir çatışma kendini duyuramazdı.

Durum Maxwell’in elektromanyetik teorisinin yüzyılın son yirmi yılında benimsenmesiyle ancak değişmeye yüz tutar.Maxwell’in kendisi aslında Newton geleneğinin dışında değildi.Işık ve genel olarak elektromanyetizmin oluşumunu mekanik bir esir’in parçacıklarının değişken yer değiştirmesine bağlıyordu. Elektrik ve manyetizm üzerindeki teorisi başlangıçta bu ortama(yani esire) bir takım hipotetik özellikler yüklemekten geri kalmamıştır.Gerçi daha sonra teorisini bunlardan ayıkladı o; fakat gene de, teorisinde Newton mekaniği ile bağdaşmaz bir yan görmüyordu.Onun ve onu izleyenler için önemli olan bu mekaniğe uygun bir yorum bulmaktı.Ne var ki,bilim tarihinde pek çok kez görüldüğü gibi, istenen yorumu oluşturmak sanıldığı kadar kolay olmamıştır.

Kopernik’in astronomiye ilişkin önerisi kendisinin iyimserliğine karşın,nasıl devinim teorileri için giderek artan bir bunalım yaratmışsa,Maxwell teorisi de,Newton mekaniğinden kaynaklanmasına karşın,o temel görüşü bunalıma itmiştir.Üstelik bunalım en keskin biçimde kendini,yukarda sözünü ettiğimiz sorunda,yani esire göre devinimde ortaya koymuştur.

Devinim halinde olan nesnelerin elektromanyetik davranışları üzerindeki Maxwell tartışmasında esir sürüklenişine ilişkin herhangi bir yollama göze çarpmaz.Gerçekten,öyle bir kavramı onun teorisine sokma girişimi büyük güçlükle karşılaşmıştır.Bunun bir sonucu olarak,esirde bir sürüklenişi belirleme yolunda daha önce yapılmış bir dizi gözlem açıklamasız kaldı.Bu nedenle de,1890’ı izleyen yıllarda,esire göre devinimi belirlemeyi ve esir-sürüklenişi Maxwell teorisine sokmayı amaçlayan hem deneysel hem kuramsal yoğun girişimlere tanık olmaktayız.Deneysel girişimler hemen tümüyle başarısız kaldı denebilir.Kuramsal düzeyde ise,özellikle Lorenzt ile Fitzgerald’ın girişimlerinde,birtakım umut verici başlangıçlara karşın,başka güçlükler ortaya çıkar;üstelik bunalım dönemlerine özgü birbiriyle yarışan teorilerin ortalığı kapladığı görülür.İşte 1905’te Einstein’ın Özel Görecelik teorisi böyle bir ortamda ortaya çıkmıştır.

Ele aldığımız örneklerin üçü de tipik özellikler taşımaktadır.Üçünde de,yeni bir teorinin ortaya çıkışı normal problem-çözme uğraşında karşılaşılan kesin başarısızlığı izlemiştir.Gene üçünde de,bu başarısızlıkla birlikte giden bir teori enflasyonu göze çarpar.Yalnız Kopernik devriminde farklı olarak dış koşulların önemli rol oynadığı unutulmamalıdır.Genellikle bunalımın ilk on ile yirmi yılında ortaya çıkan teori,bunalıma doğrudan bir yanıt niteliğindedir.Tipik olduğu kuşkulu olmakla beraber,bir de şu var;çözümü başarısız kalan problemler öteden beri bilinen türden problemlerdi.Bunalım öncesi dönemlerde sanki bu problemler gerçekten çözülmüş görünümündeydi.Bu nedenledir ki;başarısızlık kanısı,bir kez uyanmasın,artık önünü almaya olanak yok,tüm kesinliği ile kendini gösterir.Yeni bir problemi çözmede uğranılan başarısızlık çoğu kez hayal kırıcıdır,ama asla şaşırtıcı değildir.Pek az problem hemen çözüme elverişlidir.Ele aldığımız örneklerin bir ortak özelliği daha var ki yeni bir teoriye ulaşmada bunalımın rolünü çok belirgin bir biçimde ortaya koymaktadır;bir alanda bunalım ortaya çıkmadan,bunalıma yol açan problemlerin çözümünü tümüyle olmasa bile bir ölçüde haber verenler daima çıkar.Ancak önerilen bu çözümler bunalım patlak verinceye dek gözden uzak kalır,çoğu kez.

Bilim tarihinde daha sonraki bir çözümü en tam biçimiyle ortaya koyuşun en ünlü örneğini İ.Ö.üçüncü yüzyılda Aristarchus vermiştir.Antik Yunan bilim olduğundan daha az dedüktif ve dogmatik olsaydı,Kopernik’in güneş merkezli(heliocentric) astronomisi 1800 yıl önce kurulmuş olurdu,diye çok yaygın bir kanı vardır.Ne var ki bu,tarihsel gelişmeyi yanlış değerlendirmekten kaynaklanan bir kanıdır.Aristarchus görüşünü ortaya koyduğunda,sağduyuya daha uygun gelen yer-merkezli sistemde o görüşü gerektiren hiç bir yetersizlik söz konusu değildi.Ptolemy astronomisinin egemenlik kazanışından yıkılışına dek tüm gelişmesi Aristarchus’un önerisini izleyen yüzyıllarda yer almıştır.Üstelik Aristarchus’u önemsemek için ortada bir neden de yoktu.Kopernik’in çok daha yetkin olan teorisi bile Ptolemy sisteminden daha basit,hatta daha doğru değildi.Elde var olan gözlemsel testler iki teori arasında bir seçmeye olanak vermiyordu.Bu koşullar altında astronomları Kopernik’e yönelten etkenlerden biri(ki bu etken onları Aristarchus’a yöneltemezdi) güneş merkezli teoriye yol açan bunalımın kendisi olmuştur.Ptolemy astronomisi problemleri çözmede yetersizliğe düşmüş;teni bir teoriyi denemenin zamanı gelmişti.Öteki iki örneğimizde bu ölçüde tam sayılacak çözüm önerilerine rastlamamaktayız.Ama 17’nci yüzyılda Rey,Hooke ve Mayow gibi bilim adamlarının geliştirdikleri yanma teorilerinin yankısız kalmasının bir nedeni,kuşkusuz ki,bu teorilerin normal bilim sürecinde bilinen herhangi bir güçlük ya da sorundan kaynaklanmamış olmalarıdır.Bunun gibi,Newton’u görecel açıdan eleştiren Leibniz,Berkeley gibi düşünürlerin 18’inci ve 19’uncu yüzyıl bilim adamları üzerinde etkisiz kalmaları da gene gerçek sorunlarla temas yokluğu ile açıklanabilir.

Bilim felsefecileri aynı olgusal verilerin değişik teorilerle açıklanabileceğini her fırsatta vurgulamışlardır.Bilim tarihi de,yeni bir temel-görüşün özellikle ilk gelişim aşamalarında,değişik teoriler icat etmenin hiç de zor olmadığını göstermektedir.Ancak böyle değişik teoriler ortaya koymayı bilim adamları,bunalım dönemleri dışında,pek istemezler.Bir teori kendi kapsamına giren güçlüklere ve problemlere çözüm getirmede yetersizliğe düşmediği sürece,teorinin egemen olduğu alanda bilim,ilerlemesini hızlı ve etkin bir biçimde sürdürür.Bunun nedeni açıktır.Fabrika üretiminde olduğu gibi bilimde de kesin gereklilik doğmadıkça araçları değiştirme savurganlık olmaktan ileri geçmez.Bilimde bunalımın önemi, araçları yenilemenin zamanının geldiği işaretini vermesidir.


Kuhn, Thomas S.()The Structure of Scientific Revolutions (Bilimsel Devrimlerin Yapısı) adlı yapıtının 7.Bölümü, s.66-76’dan çevrilmiştir.(C.Y.)

Updated on 18 Mayıs 2019