Yanlışlanabilirlik: Bilimsel Bir Teorinin Temel Niteliği

Bay Turnbull kötü akıbetlerden söz ediyordu… Oysa şimdi, sözünü ettiği o akıbetlerin gerçekleşmesi için elinden ne geliyorsa yapmakta.

                                                                  Anthony Trollope    

…. Bu çalışma 1919 güzünde şu sorunlarla başladı: “Bir teori nasıl olmalı ki, bilimsel sayılsın?” Başka bir deyişle, “Bir teorinin bilimsel nitelik veya statüsünü belirleyici bir ölçüt var mıdır?”

O sırada beni uğraştıran şey ne “Bir teori ne zaman doğrudur?”, ne de “bir teori ne zaman kabul edilebilir?”, soruları değildi. Benim problemim başkaydı: Bilimle sözde-bilimi ayırdetmek istiyordum. Bilimin çok kez yanıldığını, sözde-bilimin ise bazen doğruyu  tutturabildiğini  gözden kaçırmaksızın ortaya çıkarmak istiyordum.

Bu problemin hemen herkesçe benimsenmiş yanıtını biliyordum kuşkusuz. O da şuydu: Bilimi sözde-bilimden (ya da “metafizikten”) ayıran şey, gözlem ya da deneye dayanan ve temelde inductive olan empirik yöntemdir: Ne var ki, tam tersine, gerçek empirik yöntemle, gerçek olmayanı, belirleyici olmalıydı. Gözlem ve deneye başvurduğu halde, bilimsel ölçülerin dışında kalan bir yönteme gerçek anlamda “empirik” denemezdi. Bolca empirik kanıtlara dayanan astroloji bu yöntemin çarpıcı bir örneği idi.

Ancak beni probleme iten şey astrolojinin sözde-bilimselliği değildi. O günlerin ortamına, düşüncemi etkileyen kimi gelişmelere değinmeliyim. İmparatorluğun çöküşünden sonra Avusturya’da bir devrim olmuştu. Devrimci düşünce ve sloganlarla doluydu hava. Yeni ve çok kere uçarı teoriler gününkonusuydu. Beni o zaman en çok ilgilendiren Einstein’ın relative teorisi idi. İlgilendiğim diğer teoriler arasında Marx’ın tarihsel maddeciliği, Fred’un psiko-analizi, Adler’in “Bireysel Psikoloji”si önemlileriydi.

Bu teorilere ilişkin pek çok saçmalıklar konuşuluyor, özellikle relative üzerinde bugün bile süren bir takım anlaşılmaz lâflar ediliyordu. Talihime bakın ki, bu teoriyi bana ilk tanıtanlar aklı başında, ne dediğini bilen kimselerdi. 1919’da Eddington’un güneş tutulmasıyla ilgili gözlemleri Einstein’ın yerçekim teorisini doğrulayıcı sonuçları ile açıklandığında arkadaşlarımla birlikte kendimi sonsuz bir heyecan içinde buldum. Entelektüel gelişmemde bugün bile etkisi süren büyük bir şeydi yaşadığımız bu olay.

Öteki üç teoriye gelince, bunlarda ateşli tartışmalara konuydu. Üstelik, Alfred Adler’le kişisel ilişkim vardı. Viyana’nın işçi kesimlerinde kurduğu toplumsal rehberlik kliniklerinde çocuk ve genç eğitimi çalışmalarında ona yardım ediyordum.

Einstein’in verdiği örnek karşısında Marx’ın, Fred’un ve Adler’in teorileri giderek doyuruculuklarını yitirdiler; bilimsel olma iddiaları bana şüpheli gelmeğe başladı. Şüphem ilkin basit bir soru biçiminde belirmişti: “Bu teorilerin eksik yanı neydi? Bunları Newton’un, özellikle Einstein’ın teorisinden farklı yapan şey neydi?”

Fark bu teorilerin doğru olup olmamalarıyla ilgili değildi; pek azımız Einstein’ın yer çekimi teorisine doğru gözüyle bakıyorduk. Beni kuşkuya düşüren, o teorilerin yanlış olma olasılığı değil, başka bir şeydi. Bilim olarak psikoloji ve sosyolojinin matematiksel fizikten daha az kesin olmaları da beni rahatsız eden şey değildi. Problemin ne doğruluk endişesinden, ne de ölçülebilirlik kaygısından ileri geliyordu. Problemin düpedüz bu tür teorilerin, tüm bilimsel görünümlere karşın, bilimden çok ilkel efsane veya masalları andırmaları, astronomiden çok astrolojiye benzemeleri idi.

Marx’ı, Fred’u ve Adler’i beğenenlerini bazı ortak noktalar üzerinde birleştiklerini, teorilerin görünürdeki açıklayıcı güçlerinden son derece etkilendiklerini görüyordum. Bu teoriler kendi alanlarında olup biten hemen her şeyi açıklayabilir güçte görünüyordu. Her biri kişiye, o zamana kadar kendisi için kapalı olan yepyeni bir dünya açıyordu sanki. Bir kez inanınca, artık her şey tam bir açıklık kazanmakta, dinde olduğu gibi yanıtsız soru kalmamaktaydı. Teoriyi benimsemeniz, doğru olduğunu görmeniz için yeterliydi. Dünya teoriyi doğrulayan olaylarla doluydu.  Ne olursa olsun, teoriyi doğrulamaktan geri kalmıyordu. Teorinin doğruluğu apaçıktı. İnanmayanlar gözleri apaçıklığa kapalı kimselerdi. Onlar gerçeği göremezlerdi, çünkü yaya bağlı oldukları sınıf çıkarları buna engeldi, ya da henüz psiko-analizi yapılmamış bilinç altı düğümleri buna elvermiyordu.

Dikkatimden kaçmayan en belirgin özellik de, teorileri “doğrulayan” gözlemlerin bir türlü bitmek tükenmek bilmez çokluğuydu. Teorilerin destekleyicilerinin de üzerinde en çok durdukları noktaydı bu. Bir Marxist hangi gazeteyi açsa, tarihi maddeciliği doğrulayan bir sürü kanıt gösterebilirdi. Yalnız haberlerde değil, haberleri veriş biçiminde de (çünkü gazetenin sınıfsal eğilimi söz konusudur) bu olanak vardı. Hatta gazetenin yazmadıklarında da böyle kanıtlar

bulunuyordu. Freud’cu analistler de klinik gözlemlerinde teorilerini sürekli doğrulayıcı kanıtlar bulduklarını söylüyorlardı. Adler’a gelince, kişisel bir yaşantım durumu açıklamaya yeter: 1919’da teorisine pek uymayan bir olayı iletmiştim ona. Oysa, o olayı teorisiyle açıklamada en küçük bir güçlük görmedi; olayın kahramanı çocuğu bir kez olsun görmeden “aşağılık duygusu” deyip işin içinden çıktı. Bundan nasıl emin olabileceğini sorduğumda, “Çünkü,” dedi, “böyle bin tane deneyimim var.” kendimi tutamayarak, “Bu olayla deneyiminiz şimdi binbir oldu öyleyse,” dedim.

Aslında daha önceki gözlemleri bu sonuncusundan daha sağlam değildi; Adler için her olgu teorisini doğrulayan bir kanıt olarak yorumlanabilirdi. Ama bu ne demekti? Bir olguya teorinize uygun bir anlam verebileceğinizi göstermiş olmanın ötesinde bir anlamı yoktu bunun. Adler’inki, Freud’unki türden teorilere uymayan gözlem olabilir miydi? İnsan davranışı ile ilgili birbirinden çok farklı iki örnek vererek demek istediğimi açıklayayım: Örneğin birinde, boğmak amacıyla bir çocuğu suya iten biri var; ötekinde, tam tersine, çocuğu kurtarmak için boğulmayı göze alan bir başkası var. Birbirine zıt düşen bu iki davranışı hem Freud’un hem de Adler’in teorisine dayanarak açıklamak olanaklı. Freud’a göre, adamlardan ilki Oedipus kompleksinin bir öğesi olan “represiyondan” muztariptir; ikinci adam ise “sublimasyon”a erişmiştir.   Adler’e göre ise, her iki adam da aşağılık kompleksinin etkisinde davranmıştır; şu farkla ki, biri cinayet işleyebileceğini, diğeri yüce bir eyleme yetenekli olduğunu kendine ispatlamak gereksinmesini duymuştur. Gerçekten, bu teorilere aykırı düşecek bir davranış düşünülemezdi. Bu teorileri tutanların gözünde de teorilerin sağlamlığı her şeyi açıklar görünmelerdeki güçten ileri geliyordu. Oysa bana göre görünürdeki bu güç, onların en zayıf yanıydı.

Einstein’ın teorisinde durum tümüyle değişikti. Bir örnek olsun diye, o sıra Eddington’un bulgularıyla doğrulanın öndeyi(prediction)yi ele alalım. Einstein’ın gravitasyon teorisine göre, güneş gibi büyük bir kütlenin yakınından geçen bir ışık, herhangi bir maddesel nesne gibi, çekilir. Bu demektir ki konumu güneşe göre yakın görünen sabit bir yıldız, gönderdiği ışığın etkilenmesi nedeniyle olması gereken konumundan belli bir miktarda sapmış görünecektir. Başka bir deyişle güneşe yakın olan yıldızları, güneşten ve birbirinden bir miktar uzaklaşmış göreceğiz. Bu gün ışığında saptanamayacak bir olgudur; anacak bir güneş tutulması sırasında çekilen fotoğraflar aynı yıldızların geceleyin çekilen fotoğraflarıyla mukayese edildiğinde beklenen sonucun var olup olmadığı ortaya konabilirdi.

Şimdi buradaki can alıcı nokta böyle bir öndeyinin taşıdığı risk’dir. Gözlemler, beklenen sonucun var olup olmadığını gösterseydi, teori düpedüz yanlışlanmış olacaktı. Bilimsel bir teori, olası gözlem sonuçlarının tümüyle bağdaşır nitelikte olamaz; belli bazı gözlemler teoriyle ters düşecektir. Nitekim Einstein’den önce herkesin beklentisi herhangi bir sapmayı içermeyen bir gözlemi gerektirmekteydi. İki tür teori arasıdaki fark ne kadar çarpıcı, değil mi? Daha önce sözünü ettiğim teorilere ne denli değişik olursa olsun, hiçbir davranış ters düşmemekteydi;  her olgu doğrulayıcı bir kanıt niteliğindeydi.

Bu farkın o zaman (1919-20) beni götürdüğü sonuçları şimdi şöyle özetleyebilirim:

  • İstediğimiz bir teoriyi doğrulamaksa, doğrulayıcı kanıtlar bulmakta bir güçlük yoktur.
  • Bir kanıtı, risk taşıyan bir öndeyinin sonucu ise, doğrulayıcı saymalıyız. Başka bir deyişle, teori ışığında yorumlanmamış haliyle, teoriye ters düşeceğini, daha doğrusu teoriyi yanlışlayacağını beklediğimiz bir olgu ancak doğrulayıcı kanıt olabilir.
  • Her “iyi” bilimsel teori bir yasaklamadır; bazı şeylerin olmasını yasaklar. Bir teoriyi yasakladığı ölçüde iyi saymalıyız.
  • Düşünülebilen hiçbir olguyla reddedemeyeceğimiz bir teori bilimsel değildir. Reddedilemezlik, çok kez sanıldığının tersine, bir teori için bir erdem değil, bir kusurdur, bir yetmezliktir.
  • Bir teoriyi gerçekten test etme onu yanlışlamaya çalışmakla olanak kazanır. Test edilebilirlik yanlışlanabilirlik demektir. Ancak test edilebilirlik bir derece sorunudur; kimi teoriler test edilebilirlik yönünden daha elverişli, dolayısı ile daha fazla yanlışlanabilir niteliktedir. Bunlar riski büyük teorilerdir.
  • Eldeki teoriye yönelik gerçek bir yoklamanın sonucu olmadıkça hiçbir kanıtı doğrulayıcı saymamalıyız; bu ise teorinin tüm yanlışlanma çabalarımıza karşın dayanma gücü göstermesi demektir.
  • Gerçekten test edilebilir kimi teorilerin yanlış oldukları anlaşıldıktan sonra da atılmadıklarını görüyoruz. Bunların durumuna göre ya bazı ek varsayımlarla pekiştirilerek ya da yeniden yorumlanarak reddi önlenir. Bir teoriyi, bilimsel niteliğini yok etmek veya hiç değilse düşürmek yoluyla reddedilmekten kurtarmak her zaman olasıdır. ( Bu türden kurtarma girişimlerini, daha sonra, “sıradan çarpıtma” diye adlandırdım.) 

    Tüm bu dediklerimizi bir tek cümlede şöyle dile getirebiliriz: Bir teorinin bilimsellik ölç.ütü onun yanlışlanabilirlik, reddedilebilirlik ya da test edilebilirlik niteliğidir.

_________
Popper, Karl R.(1963) Conjectures and Refutations:The Growth of Scientific Knowledge, Routledge: 33-37’den Türkçeleştiren:Cemal Yıldırım.

Updated on 3 Şubat 2018