Bilimsel yaşamın ve bilimsel araştırma amacının değerlendirmesini içeren birbirinden tümüyle ayrı iki anlayış üzerinde durmak istiyorum. Tartışmaya açıklık vermek için aralarındaki farkı abartmaktan kaçınmayacağım. Aslında pek az insanda salt birinin veya ötekinin benimsendiğini görürüz.
Görüşlerden birine göre, bilimin başlıca özelliği imgesel bir araştırma eylemi olmasıdır; bu eylemde bilim adamı entelektüel bir serüven içindedir. Sezgi, bilimsel atılımın itici gücünü sağlar. Bilim adamının en yüce başarısı yeni düşünceler oluşturmakta kendini gösterir; bu düşüncelerin işlenmesi ve eleştirisi son derece önemli olmakla birlikte ikinci derece bir iştir. Salt bilimin kendi dışında bir gerekçesi yoktur; yararlı olup olmaması değerinin bir ölçütü değildir.
Coleridge, ilk bilim adamı, bir nesneye acaba bu bana yiyecek, giyecek, barınak, araç, oyuncak veya silah sağlar mı diye değil, salt öğrenme, bilme, merakını doyurma amacı ile yaklaşmış olan kişidir, der.Başka bir ozan, Shelley’in de, haklı olarak dediği gibi bilim ile şiir geniş anlamda ortak kökenlidir. Şiir gibi bilim de, her türlü yaşam sıkıntısı ve yarar kaygısı dışında, tam bir özgürlük ortamında yeşerme gücü gösterebilir. Ozan gibi bilim adamı da imgesinin sürüklediği yere gitmelidir. Bu yolda yıllarca süren emeği bir sonuç vermese bile, uğraşısı, gene saygınlığını korumalı, hatta belki daha soylu sayılmalıdır. Günümüzde araştırma kurumları ve güçlü vakıflar, geçmişteki varlıklı patronlar gibi, projeleri değil kişileri desteklemelidir. Bilimtarihi, büyük ölçüde yaratıcı kişilerin, deha sahibi bireylerin bir hikayesi değil midir?
İkinci görüşü ise şöyle açıklayabiliriz: Bilim herşeyden önce eleştirisel ve çözümleyici bir etkinliktir. Bilim adamı çekingendir; yeterince kanıt olmadıkça hiçbir düşünce ve yargı ileri sürmez; olur olmaz şeye de kanıt diye bakmaz. İmge dediğimiz bir katalizör olmaktan ileri bir şey değildir: düşünceyi hızlandırır, ama onu ne başlatabilir, ne de yönlendirebilir. Üstelik başıboş da kalmamalı, şüpheye yer veren, duygusallıktan arınmış bir düşünme alışkanlığının sürekli denetiminde tutulmalıdır. Shelley’in çok yerinde söylediği gibi bilim ile şiir birbirine ters düşen uğraşılardır([2]). Bilimsel araştırmanın amacı insan bilgisini ve anlayışını genişletmektedir; başarısının nesnel ölçüsü yalnızca sağladığı yarardır. Bilimde özgürlüğün önemine gelince, bilimin gereksinmelerinin baskısında ne denli iyi gelişebileceğini iki dünya savaşı çok açıkbir biçimde göstermiştir. İşini bilen patronlar bilimi desteklerken kişilere değil, projelere, bireysel atılımlara değil grup çalışmalarına yönelmelidirler. Çağdaş bilim, yeteneklerin uyum içinde birleşmesini gerektirmektedir. Tek başına girişimlerin günü geçmişte kalmıştır. Artık bir bilim adamının hiçbir sonuç alamayacağı bir konuda yıllarını tüketmesine göz yumulamaz.
Görüşlerden birincisine olduğundan daha fazla romantik bir görünüm verdim;ikincisini olduğundan daha fazla katı, gerçekci gösterdim. Dengeyi yeniden sağlamak için aralarındaki ayrımı başka bir açıdan, kanımca daha köklü bir biçimde belirtmek istiyorum.
Romantik anlayışta, doğru gözlemcinin kafasında biçimlenen bir niteliktir; bilim adamını doğru olanı bulmaya iten şey imgesel gücüyle doğru diye kavradığı şeydir. Bu nedenle bilimdeki her ilerleme kurgusal düzeyde bir serüvenin, bilinmeyene bir atılımın sonucudur. Oysa gerçekci dediğimiz öteki anlayışa göre, doğru doğadadır,ona ancak kanıtsal verilere dayanılarak ulaşılabilir. Anlamanın yolu düpedüz duyu verilerinden geçer; bilim adamının görevi temelde olup biteni açık seçik algılamaktır. Bu açık seçik algılama eylemi, imgeye dayanmayan fakat imgenin yardım edebileceği bir Metod’la yürütülebilir. Başka bir deyişle, bizi doğruya Bilimsel Metod ulaştırır.
Bu iki görüş, yaptığımız karşılaştırmada birbirine ters düştüğü ölçüde, birlikte doğru olmalarına olanak yoktur. Ne var ki, bilimsel araştırma yapmış ya da bu konuda derinlemesine kafa yormuş herkes bilir ki, her iki görüşte de azımsanmayacak gerçek payı vardır. Şöyle ki, bir bilim adamı gerçekten hem yaratıcı hayal gücüne dayanmak, hem eleştirisel ve şüpheci düşünme denetimini kullanmak zorundadır. Bir anlamda özgürdür; başka bir anlamda düşüncesi son derece sıkı ve belirgin bir disiplin altındadır. Bilimde şiir vardır; ama, bir o kadar da defter-tutma vardır.
Bunda bir çelişki yoktur: ötedenberi birbiriyle bağdaşmaz sayılan bu iki sürecin aslında aynı düşünme eyleminde birbirini izleyen, birbirini tamamlayan süreçler olduğu söylenebilir.Bilimsel anlayışın gelişmesindeki her adımda bu iki sürecin, sezgi ile mantıksal düşüncenin, kucaklaştığını göstermek mümkündür.
Ne yazık ki,biz İngiltere’de eğitilenler,bilimsel buluş sürecinin, dedüksiyona benzer bir mantıksal yönteme bağlı yürütebileceği inancını taşırız. İndüksiyon denen bu yöntemle, duyu verilerimizden kaynaklanan birtakım olgulardan hareket ederek genel yasaların doğruluğuna eriştiğimiz söylenir. Dedüksiyon gibi indüksiyona mantıksal düşünmenin düzeneği gözüyle bakılmıştır. John Stuart Mill’ in bilim metodolojisi ile yaygınlık kazanan bu yanlış anlayış, neyse ki, bilimsel araştırma süreçlerinde etkin olmaktan uzak kalmıştır. Mill’ in damgasını taşıyan indüksiyonun başta gelen kusuru, düşüncemizin buluş ve ispat süreçleri arasındaki ayırımı gözden kaçırmış olmasıdır. Mill’ in içine düştüğü hatayı beklenmeyen bir şey saymamak gerekir, çünkü onun örnek aldığı dedüksiyon (ki geçerli ve sağlıklı düşünmenin örnek yöntemidir), da buluş ve ispat aynı düşünme eylemine bağlıdır. Bu yöntemle doğru öncüllerden kalktığımızda, çıkarım kurallarını doğru uygulama koşuluyla , zorunlu olarak doğru sonuçlara ulaşılır. Böylece bulunan teorem aynı zamanda ispat edilmiş demektir. Mill, indüksiyonun da bu iki işlevi birden yerine getirebileceğini sanmıştır. Oysa görmemiştir ki, mantıksal düşünme ister dedüksiyon ister indüksiyon biçimde olsun, yalnız ispat veya doğrulama işlevini üstlenebilir; bir hipotezin kökeni veya ortaya çıkışı ise tümüyle mantık dışında kalan bir sorundur.
Şimdi indüksiyonu bir yana itip, bir hipotez oluşturma ile onu doğrulama süreçleri arasındaki ayırımı göz önünde tutarsak, yukarda değindiğim görünürdeki çelişki kendiliğinden ortadan kalkar. Kuşkusuz, yeni bir düşünce veya hipotez oluşturma, imgesel bir eylem olup bir kişinin tek başına başarabileceği bir iştir. O düşünce veya hipotezi doğrulama ise pek çok kişinin katkısına yer veren ve acımasızca yürütülen eleştirel bir eylemdir. Bilimsel eleştirinin aldığı biçim de bilinmeyen bir şey değildir: deney. Ancak bu deney, Bacon’un anladığı anlamda doğada olup bitenler üzerindeki bilgilerini artırma yolunda başvurulan türden deney değildir. Eleştrinin kendisi olan bu deney modern anlamında hipotez test etme eylemidir. Bacon, pek yerinde olarak, olgular üzerindeki boştartışmaları bırakıp deneyler yapmayı öneriyordu.Onun deney dediği “şunu yaparsam, sonuç ne olur acaba?” türünden soruları cevaplamaya yönelik deneylerdi.Başka bir deyişle onun deneyi eleştirel bir işlevi değil, buluşa yönelik bir işlevi içeriyordu.
Bilimsel düşünmede bulduğumuz yaratıcı ve eleştirisel öğeler arasındaki bu ayırım mantıksal düzeyde bir saptamadır. Uygulamada, iki süreç o denli İçiçe ve birbirini bütünleyicidir ki, aradaki farkı görmek kolay değildir. Gerçi, bilim kafası için hem yaratıcı imge hem eleştirisel düşünme vazgeçilmez gereklerdir. Ne var ki,bu yetenekleri pek az kimsede aynı derecede gelişmiş buluruz. Öte yandan yeteneklerden birinde ve ya diğerinde aşırılığa kaçmayı da meslek çevresi hoş karşılamaz. Vaktini başkalarının düşüncelerini eleştirmeye harcayan bilim adamına, kendi düşüncesi yok diye, kuşkuyla bakıldığı gibi, durmadan yeni düşünceler üreten ama çok geçmeden ilgisini yitirip bunlarıdeneme ihtiyacı duymayan bilim adamına da çekilmez bir lafazan gözüyle bakılır.
Ana çizgileri ile belirtiğim iki görüşü kapsamında bağdaştıran, daha da İleri giderek birleştiren, genel bilim anlayışına ”hipotetik-dedüktif”anlayış diyenler var. Bu anlayışı mantıksal yapısı ve geniş bilimsel içerikleri ile bize anlamlı kılmada başlıca rolü Karl Popper’in Logik der Forschung,1934 (İngilizce çevirisi:The Logic of Scientific Discovery) adlı yapıtı oynamıştır.
Hipotetik-dedüktif sistem üzerine söylediğim her şey genellikle “temel”ya da “teorik” denen bilimlere olduğu kadar “uygulamalı” bilimlere de uygun düşmektedir. İmgesel tahmin ve eleştirisel deneyim diye belirlediğimiz bilimsel düşünme biçimini, hastasını iyileştirmeye çalışan bir hekimin ya da çalışmayan bir otomobilin arızasını bulmaya çabalayan bir motor tamircisinin yaklaşımında da bulmaktayız. Hekim de, Darwin gibi, kendini indüktif düşünen iyi bir Bacon’cı sayabilir. Ne var ki, ne Darwin’in ne de kendisinin Bacon’ın betimlediği türden bir indüktif düşünme yöntemi kullandığı söylenemez.
[1] Medawar, P.B.() The Art of the Soluble, s.130-135’ten çevrilerek alınmıştır. (C.Y.)
[2]Aslında Shelley’in yazılarında bu savın tam tersini dile getiren sözlere de rastlamaktayız. Nitekim- Şiir’in Savunması adlı yapıtında şiiri tüm düzen ve güzellik biçimlerini kucakla- yan “evrensel” anlamda tanımlarken yalnız dar anlamda şiiri değil, bilimi de tanım kap- samına almaktaydı. Hatta, şiir “tüm bilimi kapsar”, diyordu. Oysa, daha önceleri akılla imgelemi karşıt kutuplar olarak göstermişti.